15 Ekim 2014 Çarşamba

Kitap Yorumu #3 : Kürk Mantolu Madonna


Kürk Mantolu Madonna...

Sabahattin Ali'nin muhteşem üslubu ve insanların unutulmaya yüz tutmuş yönlerini ele alan bu harika kitap. Rahatlıkla içine girebileceğiniz, kimi zamanlar gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız Kürk Mantolu Madonna.

İsterseniz sizlere öncelikle arka kapağını yazayım, sonra da benim kitap hakkındaki görüşlerime gelelim...

"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Kürk Mantolu Madonna'yı uzun zamandır okumak istesem de bir türlü alıp başlayamıyordum. En sonunda Tilbe isimli arkadaşımda gördüm kitabı ve o bitirir bitirmez bana verdi. Normalde başkalarının kitaplarını okumayı sevmem. Okuyacaksam kendi kitabım olmalı o kitap. Üstelik başkasının kitabı, ya zarar gelirse?! Yine de dayanamadım, aldım Kürk Mantolu Madonna'yı.

Okumak istediğim için büyük bir hevesle başladım aldığımın ertesi günü. Yine de, kitabın ilk sayfaları beni yordu. Bilmediğim kelimeler olsun, diyalog azlığı olsun. İlk 45 sayfa böyle ilerledi. Gözlerimi yordu kitap, okumak istemedim. 45 sayfayı okuyana kadar iki saat geçirdim, canım sıkıldı.

45. sayfada öyle bir şey oldu ki, beynimden vuruldum! Asıl olayların başlangıç yeriydi 45. sayfa. Raif Efendi'nin iç dünyasına girdiğimiz ve geçmişini öğrendiğimiz şey oradaydı: siyah kaplı defter! 20 Haziran 1933 diye bir tarih atılmıştı deftere. Raif Efendi, kendi geçmişini anlatmaya başlamıştı orada!

Raif Efendi, ailesi tarafından dışlanan, babasının pek sevmediği, içine kapanık bir insanmış her zaman. Sanırım bu kadar kişilik özelliği yeterli, asıl olayları anlatmak istiyorum çünkü sizlere. Fakat Raif Efendi'nin kendisini tarif ettiği en iyi satırlar şunlardı sanırım: "Kendimi bildim bileli bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım."

Raif Efendi, babasının zoruyla, eli ekmek tutsun düşüncesiyle Almanya'ya gider. Orada bir sabun fabrikasında çalışmaya başlasa da işe gitmekten vazgeçer. Ayrıca, Raif Efendi'nin sanata da merakı vardır. Birkaç çizim yapar ara sıra... bir de sergilere gitmeye bayılır! Yine Almanya'dayken bir gün gazetede resim sergisinin açıldığını görür. Üzerini giyinir ve soğuk Almanya sokaklarından geçerek resim sergisine varır.

Resim sergisinde dolaşırken gözleri bir tabloya takılır. O an, Raif Efendi neye uğradığını bilemez. Hayallerinde yaşattığı kadının resmedilmiş halidir bu adeta. Şaşkınlıkla tablonun önünde durur, durur ve ona bakar. Öylece tabloyu izler. Raif Efendi bu hayranlığını siyah defterine şu kelimelerle dökmüştür: "Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

En büyük arzusu Kürk Mantolu Madonna'sı ile tanışmak olmuştur artık Raif Efendi'nin. Kürk Mantolu Madonna'ya sarılmak, onu gözyaşları içinde öpmek, içinden geçenleri anlatmak istemektedir. Bir gece, karanlık sokaklardan birinde bir kadın görür. Kürk Mantolu Madonna'sına kavuştuğunu hisseder Raif Efendi. Peşinden koşar karanlıkta fakat kadın çoktan kaybolmuştur. Herhalde hayal gördüm, diye düşünür fakat ertesi gün yine o sokağa gelir. Aynı saatlerde bir kadın geçer sokaktan. Bu sefer suratını görmese de peşinden gider, ondan saklanarak. Atlantik isimli bir bara girdiğini görür kadının ve içeri girer. Masalardan birine oturur... vaktin geçmesini bekler ve sonunda Kürk Mantolu Madonna'sına kavuşur!

Maria Puder'dir o harika kadının ismi. Raif Efendi ve Maria Puder arkadaş olurlar artık. Her gün buluşurlar, vakit geçirirler. İnanın ki onlarla beraber olduğunuzu hissedeceksiniz bu kitabı okurken. Sanki birkaç adım ötenizde Raif Efendi ve Maria Puder, kol kola geziyorlar ve siz onların birbirlerine duydukları aşkı izliyorsunuz.

Maria Puder, beni bile kendisine aşık eden gizemli bir kadın. Kesin ve kat'i kuralları var ve önceden çok yara almış, belli. Erkeklere olan güvenini kaybetmiş, belki de sonsuza kadar. Fakat Raif Efendi ile öylesine harika şeyler yaşadılar ki...

Maria Puder'in beni en çok etkileyen söz şüphesiz ki şuydu: "Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.” Bu satırları okurken durdum ve gözlerimden bir damla yaşın akmasına izin verdim. Sahiden de öyle değil miydi? Aşk asla paylaştıkça azalmazdı. Aksine sizi içine çeker ve zaman geçtikçe büyürdü.

(Spoiler görebilirsiniz, kitabı okumadıysanız dikkatli olun.)

Kitabın sonlarına geldiğimdeyse bitmemesi için yalvaracaktım adeta. Raif Efendi beni üzmüştü, şaşırtmıştı. Ona küfürler etmiştim, evet, bunu yapmıştım. Tren istasyonunda gördüğü o kızın peşinden koşmalı ve adını öğrenmeliydi. Kürk Mantolu Madonna'sından geriye kalan tek şeye sığınmalıydı, himayesi altına almalıydı. Maria Puder'in öldüğünü bilmeden onu suçlamamalıydı.Saf bir aşktı Raif Efendi ile Maria Puder arasındaki aşk. Herkesin hayran olabileceği türdendi. Herkesin isteyeceği fakat artık ona ulaşmanın mümkün olmadığı bir aşk hikayesi...

Bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Ve kitap yorumuma Maria Puder'in Raif Efendi'ye söylediği harika bir sözle son vermek istiyorum.

" Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum."


12 Ekim 2014 Pazar

Apollon Yine Mimlendi! | Mimlendim #2


Bu sefer Apollon'u kendi silahıyla vurdular: MÜZİK!

Çoğunuzun bildiği üzere Apollon'un etki alanı mitolojide çok fazladır. Hekimlerin Tanrısı'dır. İkiz kız kardeşi Artemis ile Güneş'i ve Ay'ı bölüşmüşlerdir. Artemis, Ay Tanrıçası olmuştur ve Gümüş'ü simgeler. Apollon ise Güneş Tanrısı olup Altın'ı simgeler. Ayrıca Apollon, kehanetlerin Tanrısı'dır. Tüm bunlara ek olarak Şiir ve Şairlerin Atasıdır. Bilinen tüm şairlerin Apollon melezi olduğunu söylerler. Apollon'un simgelediği son şey ise... müzik! Yanından asla ayırmadığı liriyle gezer Apollon. Şimdi de Apollon'u kendi silahından biriyle vurdular!

Beni mimleyen tüm Olimpos Günceleri blog arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler!

1) Müzik denildiğinde aklınıza gelen ilk kelime: 

Huzur. Ben kendimi müzik dinlerken çok huzurlu hissediyorum. Sanki tüm hücrelerim açılıyor ve rahatlıyor. Ruhuma dinginlik geliyor. Kulaklarımın pası siliniyor ve insanların yarattığı o kirli dünyadan uzaklaşıyorum. Bu yüzden müziğin bende uyandırdığı ilk kelime; huzur.  

2) Hiç müzikten bıktığınız oldu mu? Veya dinlemeye ara verdiğiniz?

Tabii ki de oldu. Her ne kadar müzikte huzur bulsam da bazı anlar geliyor ve dinlemekten sıkılıyorum. Müzik çalarımda bir parçaya denk geliyorum, yine mi bu parça, diyerek kapatıyorum. Fakat dinlemeyi bıraktığım uzun bir zaman dilimi olmadı.

3) Hayatınız boyunca hayranı olduğunuz bir ses sanatçısı oldu mu? Posterlerini odanıza astığınız fan dediğimiz türden yani?

Tabii ki evet! Ben Katy Perry'yi çok severim mesela. Canlı performanslarını çoğu insan beğenmese de o kadında beni mutlu eden bir şeyler var. Tarifi imkansız bir şekilde onu seviyorum ve büyük bir hayranıyım.

4) Kitap okurken müzik dinler misiniz?

Genelde evet. Bazen kafam çok dolu oluyor ve her şeyin birbirine karıştığını hissediyorum. Öyle zamanlarda müzik dinlemiyor, kendimi yalnızca kitaba odaklıyorum fakat genel olarak ele alırsak büyük bir çoğunlukla, evet.

5) Çok klasik ama sormak istiyorum, sizin türünüz hangisi?

Pop. Ya da Pop Rock. Muhtemelen böyle, evet.

6) Asla dinlemem dediğiniz bir tarz var mı?

Arabesk rap ve Türkçe Rap sanırım.

7) Size bir şarkıcı olsanız kim olurdunuz desem?

Justin Timberlake, şüphesiz. O adamı fena seviyorum.

8) İmkanınız olsa ülkemizde müzikle ilgili neyi veya neleri değiştirmek istersiniz?

Daha nitelikli sanatçılar çıkmasını istiyorum ülkemizde. Eskiler ne kadar mükemmeller farkında mısınız?

9) "Bu şarkı benim!" dediğiniz bir şarkı var mı?

Bu durum kesinlikle ruh halime göre değişiyor. Mutluyken başka, hüzünlüyken başka...

10) TV'lerde bol bol yayınlanan Talk Show programları hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle sunucusunun ses sanatçısı olduğu programlardan bahsediyorum.

Hiç sevmem, izlemem de.

11) Kim şarkı söylemesin sorusuna vereceğiniz ilk yanıt kim olur?

Ajdar?!

Eveeet, ikinci bir mim yazım da bitti. Benim etiketleyeceğim insanların sanırım hepsi yaptı. Ben o yüzden Olimpos Günceleri arkadaşlarımı etiketlemek istiyorum. Bir de, İki Kapak Arası. Hepinize mutlu günler Apollon İnsanları! ^^

Apollon Alışverişte! | Kitap Alışverişi #1

Mutlu bir pazar gününden herkese merhaba!

Alaska'nın Peşinde yorumumdan beri sizlerle birlikte olamıyorduk sanırım fakat artık... yeniden bir yazı paylaşmaya karar verdim! Bu arada neden son zamanlarda yazı paylaşamadığımı da açıklayayım. Apollon bir kitap alışverişi yaptı!

Evet, doğru okudunuz. Uzun zamandır beklediğim kitapları sonunda elimde tutabildim. Alaska'nın Peşinde yorumumu yazdıktan sonra, Kürk Mantolu Madonna'yı bitirdim ve siparişlerim geldiği gün Olimpos'un Kanı'nı okumaya başladım! Olimpos'un Kanı'nı da dün bitirdim ve haliyle ancak bugün vaktim olabildi.

Bir sonraki kitap yorumlarım Kürk Mantolu Madonna ve Olimpos'un Kanı olacak fakat bugün değil. Bugün sizlerle almış olduğum o dört harikulade kitabı inceleyeceğiz!


İşte... ilki! Şimşek Hırsızı'nı altıncı sınıfa giderken -yani bundan beş sene önce- okumuştum ve maalesef ki kendi kitaplığıma ekleme fırsatı bulamamıştım. Olimpos'un Kanı da çıkmışken, tüm seriyi tamamlayayım düşüncesiyle hiçbir zaman kendi kitaplığımda bulunamayan Şimşek Hırsızı'nı sipariş ettim. İster inanın, ister inanmayın Percy Jackson serileri benim hayatımın büyük bir kısmını oluşturuyor. Her şeyiyle mükemmel olan Percy Jackson ve Olimposlular serisinin başlangıç kitabı olan -ve aynı zamanda ikinci seri olan Olimpos Kahramanları serisinin- bu muhteşem kitap eğer kitaplığımda bulunmasaydı içimde tarifi imkansız bir hüzün yer alacaktı, eminim. Eğer okumadıysanız, mutlaka okumanızı öneriyorum!


Canavarlar Denizi... Şimşek Hırsızı'nın devam kitabı olan bu kitap, Percy Jackson ve Olimposlular serisinden kitaplığıma giren ilk kitaptı. Fakat şans benim yüzüme gülmedi ve maalesef geçtiğimiz sene kitabımı kaybettim. Canavarlar Denizi benim için çok özel bir kitaptı ilk seri için. Kaybedince çok üzülmüştüm. Sonunda kitaplığıma "yeniden" ekleyebildiğim için çok mutluyum!


Ah.. Olimpos'un Kanı. 10 senelik bir efsanenin bittiği final kitabı. Türkiye'de 9 Ekim günü satışa sunulan bu kitap 10 Ekim'de elime ulaştı ve 11 Ekim'de bitti. Benim ergenliğimi geçirdiğim muhteşem serinin tamamıyla bittiğini hissettiren bir kitap bu. Hem Percy Jackson ve Olimposlular hem de Olimpos Kahramanları serisinin ortak sonu. Öyle büyük bir istekle yanıp tutuşuyordum ki okumak için. Elime aldığım ilk san nasıl hissettim tarif edemem. Büyük bir iştahla okumaya başladım çünkü karakterleri çok özlemiştim. Ve iki ayrı günde toplam beş-beş buçuk saatte kitabı bitirdim. Gözlerimde birer parça yaş bıraktı Olimpos'un Kanı ve bitti. Sonsuza kadar, Percy Jackson ve daha onlarca kahramanı kalbime gömdüm. 

!! İlerleyen günlerde Olimpos'un Kanı yorumumu sizlerle paylaşacağım. !!


 İşte şu an okumakta olduğum ve uzun zamandır okumak istediğim o güzel kitap! Postacı Kapıyı Çalmayacak. Orijinal adı Love Letters to the Dead olan bu kitabı nasıl böyle bir çeviriyle karşımıza getirdiler bir fikrim yok fakat çeviri benim bu kitabı merak etmeme engel değil! Postacı Kapıyı Çalmayacak isimli kitabı çıktığı ilk günden beri okumak istiyordum fakat bir türlü sıra ona gelmiyordu. Sonunda almaya karar verdim ve D&R'ın sitesinde gezinirken sepetime ekleyip sipariş ettim! Henüz okumaya başlamadım ama bu gece okumaya başlıyorum. Gelecek günlerde sizlerle Postacı Kapıyı Çalmayacak yorumumu da paylaşacağım! Takipte kalın!

Hepinize mutlu günler Apollon insanları! Güneş daima sizden yana olsun!

9 Ekim 2014 Perşembe

Kitap Yorumu #2 : Alaska'nın Peşinde



Ve Apollon yepyeni bir kitap yorumuyla karşınızda! Alaska'nın Peşinde geçtiğimiz hafta bitirdiğim fakat yorumunu yazmaya yenice fırsat bulduğum bir kitaptı. John Green'in üslubunu aman aman seven bir insan değilimdir. Ondan çok daha başarılı olan yazarlar görebiliyorum bu piyasada. Ha, diyeceksiniz ki erkek yazar o, fakat bu bir bahane değil. John Green'den daha güzel bir üsluba sahip birçok erkek yazar var.

Ah, Alaska'nın Peşinde'den bahsedecektim konuyu nereye getirdim. Alaska'nın Peşinde, bence, John Green'in en farklı romanı. John Green'in okumadığım tek romanı İlk Aşk kaldı sanırım, onu da ilerleyen günlerde okuyup sizlerle paylaşacağım.

İşte Alaska'nın Peşinde'nin arka kapağı...

İlk içki, 
İlk şaka, 
İlk dost, 
İlk aşk, 
Son sözler...

Miles Halter, ünlülerin son sözlerine bayılan, sıradan bir gençtir. Evindeki güvenli hayata katlanamadığından François Rabelais'nin ölmeden hemen önce "Büyük Belki" olarak betimlediği bilinmezin ne olduğunu bulabilmek için yatılı okula yazılır. Onu Culver Creek Lisesi'nde, aralarında Alaska Young da olmak üzere pek çok şey beklemektedir. Zeki, komik, son derece seksi ama bir o kadar perişan halde olan Alaska, Miles'ı kendi labirentine sürükleyecek ve "Büyük Belki" arayışında ona yol gösterecektir.

Arka kapaktan da anlayabileceğimiz üzere kitabın baş karakteri Miles Halter. Kitap, Miles Halter'ın okuduğu okuldan ayrılması üzerine verdiği partiyle başlar ve gelin görün ki hiç arkadaşı olmayan Miles Halter'ın partisine yalnızca iki öğrenci gelir. Onlar da uzun süre kalmadan ayrılırlar. Miles Halter, okuduğu okulda yalnız ve dışlanmış bir çocuktur. François Rabelais'in Büyük Belki'sini bulabilmek için Culver Creek Lisesi'ne yazılır ve burada yatılı bir öğrenci hayatı sürer.

Oda arkadaşı Chip Martin ile birlikte 43 numaralı odada kalan Miles Halter'ın, Chip ile tanışana kadar hiç arkadaşı olmamıştır. Chip Martin, bir buçuk metre gibi kısa bir boya sahip, iri kaslı ve Alaska'nın en yakın arkadaşıdır. Takma adı Albay olan Chip Martin'in yoksul bir hayatı vardır ve bu okulda okumaya mecburdur.

Alaska Young ise, Miles Halter'ın gördüğü ilk an etkilendiği kızdır. Uzun boylu, kahverengi saçlı ve yeşil gözlü Alaska dengesiz ve umursamaz tavırlarıyla dikkat çeker. Fakat en önemli özelliği kitaplara olan bağımlılığıdır. Eski oda arkadaşı okuldan atılmıştır ve odasında tek başına kalmaktadır. Alaska, Miles'ın hiç alışık olmadığı şeyler yapmaktadır. Sigara içer, alkol alır ve disiplin suçları işler. En önemlisi ise büyük şakaları sever.


Asıl olaylar Miles, Chip ve Alaska arasında geçer. Bir gün Alaska, Miles, Chip ve arkadaşları Lara ile Takumi hayatlarının en güzel anı ve en kötü anı oyununu oynarlar. Kazanan içmeyecek fakat diğerleri içmek zorunda kalacaktır. Alaska'nın en güzel günü annesi ile birlikte hayvanat bahçesine gittikleri gündür. Bunun neden hayatının en güzel anı olduğunu ise kimse anlayamaz. En kötü anısı geldiğinde ise herkes sessizliğe bürünür. Alaska’nın hayatının en kötü anı hayvanat bahçesinin ardından annesinin gözü önünde ölmesidir. Alaska daha çocuk olduğu için o anda ne yapacağını bilmeden dona kalmış ve acil servisi aramamıştır. Arasa belki annesi kurtulabilecektir ve bu yüzden Alaska derin bir suçluluk durmaktadır. İçinde bulunduğu bu ızdırap ve pişmanlık labirentinden kurtulmanın yolunu o yüzden aramaktadır.

Bu kitapta beni en çok içine çeken şey Alaska'nın sözleriydi sanırım.

"Bu acı labirentinden nasıl çıkabiliriz?"

"Sizler zevk aldığınız için sigara içiyorsunuz, bense ölmek için."

(Bu kısımdan sonra büyük bir spoiler görebilirsiniz.)

Alaska'nın Peşinde isimli roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Miles'ın Culver Creek'e geldiği günden Alaska'nın ölümüne kadar olan bölüm. İkinci bölüm ise Alaska'nın ölümünden öğrenim yılının sonuna kadar olan zaman dilimi.

İlk bölümde vurgulanmak istenen asıl şey, bana göre, Alaska ve Chip'in Miles'a birçok ilki yaşatmaya çalışmasıydı. Tıpkı arka kapakta yazdığı gibi: İlk içki, İlk şaka, İlk dost, İlk aşk, Son sözler... Fakat Alaska Young'ın ölümüyle Miles ve Chip büyük bir hüsrana uğrarlar. Alaska'nın ölümünün ardındaki sırrı aramakla geçirirler tüm zamanlarını.

Sonunda büyük sorunun cevabını bulurlar.

"Bu acı labirentinden nasıl çıkabiliriz?"

"Doğrudan ve hızlı!"

Artık labirentten nasıl çıkacağınızı da biliyorsunuz Apollon Güneşi'nde yaşayan insanlar! Alaska Young, beni derinden etkileyen bir karakterdi, bunun Book Challenge Tag isimli yazımda da söylemiştim. İleride kızımın adını Alaska koymayı düşünüyorum çünkü bu karakter beni kendisine aşık etti. Gizemli ve büyüleyici bir insandı. Umarım hayatınızda daima Alaska gibi insanlarla karşılaşırsınız.

Bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Fakat tekrar söylemek istiyorum, John Green'in üslubuna aşık olan ve onun yazım tarzını örnek alan birisi değilim. İşlediği konuları güzel buluyorum ama bu şu an dünyanın en çok satan yazarlardan bir tanesi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hayat denilen acı labirentinde başarılar!


8 Ekim 2014 Çarşamba

Apollon "MİM"lendi! | #BookChallengeTag


Blogumu henüz yazmaya başlamadığım bir zaman fark ettim ki MİMLENMİŞİM! Tanrıların en yakışıklısı olan Apollon'u kim mimleyebilirdi ki?! Yazıya tıklamamla yüce Athena'nın Güncesi'nde kendimi buldum. Kendisiyle mitoloji efsanelerinde pek iyi anlaşamasak da eminim ki gerçek hayatta Bilgi, Savaş ve Strateji Tanrıçası olan Athena ile çok iyi bir dostluğumuz var. (Sence de öyle değil mi dostum?)

Eh, haydi gelin ve benim Book Challenge Tag listeme bir bakalım!

1) İlk Hayranlığım: Twilight Saga 

Evet, kesinlikle yanlış okumuyorsunuz. Alacakaranlık Serisi benim hayran olduğum ilk kitaplardı. İlk kitabını annemin elinde görür görmez okumak istemiştim. annem de sağolsun beni kırmayıp karne hediyesi olarak bana bu seriyi almıştı. Hoş, şimdi dönüp bakınca neden hayran olmuşum ki, demek geliyor içimden. Fakat o zamanlar küçüktüm ve böyle fantastik şeylere ilgim vardı. Hadi ama! Hanginiz okumadınız ki?!

2) Favori Serim: Harry Potter

Harry... Potter! Benim defalarca okumaktan vazgeçmeyeceğim tek seri olmalı! J.K. Rowling'in muhteşem dehası ve kalemiyle tanıştım küçük yaşlarımda. Ailem ne kadar onaylamasa da bir Harry Potter delisi oldum çıktım. Hermione'nin zekasına hayran kaldım. Ron'un şaklabanlıklarına. Harry'nin cesaretine. Draco'nun yanlış kararlarına. Neville'in arkadaş sevgisine. Luna'nın farklılığına... Elimdeki küçük sopayla "Expelliarmus!" diyerek bağırdım çoğu zaman. 16 yaşımı bitirdim fakat bir türlü Hogwarts mektubum elime ulaşmadı. Ah, muhtemelen Baykuşlarım gecikmiştir, sizce de öyledir, değil mi?

3) Favori Kitabım: Bir Gün

Çapkınlıkla meşhur Apollon'un favori kitabının bir aşk romanı olması ne kadar ironik değil mi? Fakat maalesef ki Apollon, Bir Gün'ü okurken gözyaşlarına hakim olamadı. Emma ve Dexter'ın kusursuz aşkına aşık oldu. Okuduğum ilk andan beri ne zaman bu kitabı elime alsam Güneş doğmuyor gökyüzünde. Apollon, Güneşi'ni insanlara sunamıyor. Şairler şiir yazamıyor çünkü Apollon kendisini ilham verecek kadar iyi hissetmiyor. O yüzden, ne zaman bulunduğunuz yerde yağmur yağıp güneş açmıyorsa bilin ki Apollon eline bu kitabı almış ve okumak için sizin bulunduğunuz yere gelmiş.

4) Favori Erkek Karakterim: Percy Jackson
Modern dünyanın Herkül'ü olarak adlandırılan bu çocuk da kim böyle?! Ah, favori serim her ne kadar Harry Potter olsa da Percy Jackson'dan asla vazgeçemeyeceğim. Beni Percy Jackson ve Olimposlular Serisi'nin üçüncü kitabı olan Titan'ın Laneti'nde bol bol görebilirsiniz. Tabii ki sevgili kardeşim Artemis'i de. Percy Jackson'dan asla vazgeçemeyeceğim. Bir de sevgili kız arkadaşı Annabeth Chase'den.

5) Favori Kadın Karakterim: Alaska Young

Beni mimleyen sevgili arkadaşım Athena'da olduğu gibi benim favori kadın karakterim de alaska Young. Kendisini tanımlamam öylesine zor ki. Yalnızca beni kendisine aşık etti, söyleyebileceğim tek şey bu. Sevgili Alaska Young, gelecekte kızımın adına senin adını vereceğim.

6) Favori Okuma Saatim: Yok.
Evet, favori okuma saatim diye bir tanım yapamıyorum sizlere. Yalnızca sevdiğim bir zaman var, o da tüm günümü boş boş geçirmektense pencerenin yanındaki yatağıma uzanıp kitabımın satırlarını okumak. Bazen gökyüzüne bakıp hayale dalmak, bazen de satırlarda kaybolmak...

Normalde etkinlik için 20 blog etiketlememiz gerekiyor fakat ben buralarda yeni olduğum içiiin, bu kısmı es geçmek istiyorum. Yepyeni etkinliklerde görüşmek üzere!

7 Ekim 2014 Salı

Kitap Yorumu #1: Gül ve Avcı - Asude

Herkese merhaba!

Blogda yaptığım ilk kitap yorumunun, benim için önemli bir yazara ait olmasını istiyordum ve bu isim için uygun gördüğüm tek insanın Asude olduğuna karar verdim. Asude, ilk hikayelerini Facebook'ta yazmaya başlayan ve kendi emekleriyle bu günlere gelmiş en önemli yazarlardan biri benim gözümde. Basılmış olan ilk kurgusu olan Gül ve Avcı ise beni derinden etkileyen ve bitirdiğimde gözümde mutluluk gözyaşları bırakan güzel bir kitaptı.

Öncelikle uyarmak isterim, yorumum biraz spoiler içeriyor. O yüzden kitabı okumadıysanız dikkatli olmanız gerek. Spoiler seven birisiyseniz okuyabilirsiniz fakat spoiler sevmiyorsanız dikkatli olmanızı öneririm!

İsterseniz Gül ve Avcı'nın tanıtım kısmıyla başlayalım bu güzel yorumumuza. 

Bir başkaldırıdır aşk... Önce isyancısını yıkar!

Bir Erkek...

Varlığı hem tehlikeli ve korkunç, hem de sonsuza değin güçlü ve korunaklı... Onun karşı konulmaz etkisine kapılan bir kadın sıcak bir gülüşüyle ısınabilir, mavi gözleriyle sonsuz bir denize açılabilir, siyah saçlarıyla zifiri bir geceye korkusuzca dalabilirdi. 

Ona yaklaşmak ise ateşe çırılçıplak yürümek demekti.

Bir Kadın...

Hem bir kraliçe kadar sarsılmaz, hem de titremeye hazır bir yaprak gibi ürkek ve utangaç... Bir erkeği masumiyetiyle prangasız tutsak edebilir, incindiğinde ise bütün dünyaya kafa tutabilirdi. Kalbi ve masumiyeti acımasızca ihlal edildiğinde artık onun için ateşe yürümek zamanı gelmişti. 

Kadın ateşten korkmuyordu, çünkü çoktan yanmıştı.

Evelyn Rosa Drummond, en değerli varlığı olan kalbini bu tehlikeli adama sunduğunda onun aşkına erişebileceğine inanmıştı. Oysa tüm varlığını emanet ettiği Harewood Dükü Julian Benedict Wharton tarafından bir fahişe olarak görülmek gibi korkunç bir yanılgının kurbanı olmuştu.

Ve talih, karşısına dayanılmaz bir intikam fırsatı çıkardı. Herkesin çekindiği bu tehditkâr ve gizemli adama yapılan cinayet suçlamasını ispatlayacaktı. Oysa Julian'ın en yakınına kadar sızmayı başardığında, kalbinin müthiş bir sınanmaya tabi tutulacağından habersizdi.

Gönlünü bir kez daha bu cazibeli adama kaptırmayacağına söz vermek ise gölgesine sığındığı bir yalandan öteye gidemeyecekti! 

Bu tanıtımı okuduğum ilk an durdum ve şöyle düşündüm: "Bunu okumalıyım!" Bilgisayarın başına geçtim ve hemen siparişimi verdim. Birkaç gün sonra, kitap elime ulaştığı an ise benden mutlusu yoktu. Durdum ve sayfalarının kokusunu içime çektim.

İlk sayfasında Shakespeare'in en sevdiğim sözü yer alıyordu. "Cehennem boş, çünkü bütün şeytanlar burada."

Büyük merakla okumaya başladığım bu harika kitap, kısa bir sürede beni içine hapsetti. Sıcacık kahvemi aldım elime, odama geçtim. En az Apollon Güneşi kadar sıcak hissettiren kitapta kimi zaman ağladım, kimi zaman güldüm, kimi zaman kendimi kaybettim... Küçük Albert'ın yaptığı yaramazlıklar içinizdeki çocuğun dışarı çıkmak için debelenmesine neden oluyordu.

Evelyn Rosa Drummond... Kitabımızın mükemmel kadını. Aşkı için her şeyi göze almış o cesur kadın. Tanıtımda bahsedildiği gibi, Evelyn Roa Drummond kesinlikle bir Tanrıça kadar güçlü fakat uysal bir kedi yavrusu kadar da savunmasız. Küçük sakarlıkları, korkuları ve tüm bunlara rağmen kendinden emin olmaya çalışan duruşuyla kendisine aşık eden bir kadın.

Julian Wharton ise şüphesiz ki her genç kızın hayalini süsleyen yakışıklı bir Dük. Masmavi gözleri, uzun boyu, geniş omuzları... Hadi ama, kim Julian Wharton'a aşık olmaz ki?! Ayrıca Julian Wharton, edebiyata ve şiire önem veren bir Dük. Haliyle bu özelliği Şiir ve Şairlerin Tanrısı Apollon'u mutlu ediyor.

Ah, az kalsın unutuyordum. Julian Wharton'ın göz kamaştırıcı evinde Albert gibi ufak yaramaz çocuğa bir bakıcı lazım ve Julian Wharton'ın da bakıcılığını yapan Bayan Harris, Albert'ın da bakıcılığını yapıyor. Ayrıca atlamadan geçmek istemem, Bayan Harris benim favori karakterlerimden biri. Yaşlı ve çökmüş olan Bayan Harris, küçük Albert'a bakamayınca Evelyn Rosa Drummond mürebbiye olarak Dük'ün küçük sarayına alındı ve tüm macera böyle başladı. Yani söylemek isterim ki, Bayan Harris olmasaydı Evelyn o eve giremeyecekti. O yüzden, teşekkürler Bayan Harris.

Karakterleri kısaca sizlere aktardıktan sonra olaylara giriş yapabiliriz sanırım...

Gözünü büyük bir intikam hırsı bürüyen Evelyn, Julian'ın aleyhine işler çevirirken bir anda yakışıklı Dük ile utangaç mürebbiye birbirine aşık olur. Evelyn'in gözünü bürüyen intikam hırsı yerini yüreğindeki aşka bırakır ve bizim Gül'ümüz, Rosa'mız, kendisini Julian Benedict Wharton'ın karısı olarak bulur.

Julian, Evelyn'in masumluğuna aşık olmuşken, evlendikleri gece karşı karşıya olduğu olayla yıkılır. Evelyn'in intikam sebebi de budur aslında.

Birkaç ay önce soğuk bir gecede, Evelyn'in yaşadığı küçük kasabaya Julian Benedict Wharton isimli bir adam gelmiştir. O soğuk gecede ikisi de birbirlerini görürler ve Evelyn kendisini Julian'a teslim eder. Masumluğunun kirlendiği o gece, Julian sarhoşluğun verdiği etkiyle Evelyn'i asla hatırlamaz. Evelyn ise Julian'dan intikam almaya yemin etmiştir.

 Bu intikam planı ise bir anda gelir ve onu bulur! Evelyn'in birlikte yaşadığı Desmond Amca'ya bir dedektiflik işi gelir. Şüphesiz ki Desmond Amca'nın en büyük yardımcısı Rosa'dır. Dedektiflik görevi ise beni büyük bir şaşkınlığa uğratan bir şeydi.

"Harewood Dükü Julian Benedict Wharton'ın katil olduğu kanıtlanacak."

(Dikkat! Bu bölümden sonrası spoiler içerir!)

Bu satırları okurken beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Başlarda Julian'a büyük bir sevgi beslerken okuduğum satırlarla tüm sevgim yerini nefrete bırakmıştı. Şüphesiz ki bundaki en büyük etken Julian Wharton'ın karısını öldürmekle suçlanmasıydı.

Julian Wharton'a olan öfkem birkaç sayfa devam ettikten sonra Evelyn'in mürebbiye olarak eve alınmasıyla sona erdi. Julian, daima Evelyn'e karşı sert ve güçlü durmaya çalışsa da aşkını daha fazla gizleyemedi ve Evelyn ile evlendi. Aslında bu evlilik Julian'ın annesine yaptığı bir başkaldırı olsa da, içten içe daima Evelyn'i sevdi.

Her aşk gibi Evelyn ve Julian'ın aşkı da kolay olmadı.

Karşılaştıkları en büyük zorluk şüphesiz ki evlendikleri gece oldu. Evelyn'in bakire olmadığını anlayan Julian masumiyetine aşık olduğu karısını yanından ayırır ve onu eski karısının odasına gönderir. Evelyn'in içini kavuran aşkı tüm bunları kaldıramazken Julian'ın hissettiği iki şey vardı: İhanet ve Öfke.

Kimi zaman güldüler, kimi zaman ağladılar, kimi zaman bir kez daha aşık oldular birbirlerine. Julian ve Evelyn, herkesin yaşamak istediği bir aşk yaşadılar belki de. Gürültülü kahkahaları evin her köşesine yayılırken, Julian'ın oğlu Albert çoktan Evelyn'i annesi olarak benimsemişti bile.

Fakat her aşkın inişli çıkışlı anları vardı.

Tüm mutlulukları, Julian'ın polisler tarafından götürüldüğü gün sona erdi. Evelyn bulduğu tüm kanıtları Desmond Amca'sına yazdığı mektupta anlatmıştı.

Julian mahkemeye çıkartıldığında ise uzun zamandır böyle heyecanlı satırlar okumadığım için fazlasıyla sabırsızdım. Mahkeme sahnesini kaç kez baştan okudum hatırlamıyorum bile! Hatırladığım tek şey, ağzımın koskocaman açık olduğuydu. Asude, okurlarını beyninden vurulmuşa çevirmişti.

Mahkemede her şey yerli yerine oturdu ve ben dahil tüm okurların kafasındaki soru işaretli çözümlendi. Yazarımız o kadar harika anlatmıştı ki tüm olayları bana söyleyecek pek söz kalmıyor. Eminim şu an Julian ve Evelyn geçmişte bir yerlerde aşklarını yaşıyorlar ve kendi çocuklarını büyütüyorlar. Kahkahaları tüm evde yankılanıyor, küçük bir çocuk sesi karışıyor o kahkahaların arasına... Albert'ın köpeği koşarken bir vazo kırıyor ve vazonun parçalanışı hiç kimseyi sinirlendirmiyor.

Söyleyeceğim o ki, bu kitabı kesinlikle öneriyorum! Kesinlikle okumanız gereken kitaplarınızın bulunduğu listeye eklemelisiniz. Üstelik bir de Tarihi kurgu seven bir insanız 1835 Londra'sını bu kadar harika şekilde anlatan başka bir roman bulamazsınız.

Hepinize veda ederken gününüzün en az Apollon Güneşi kadar ışıltılı ve sıcak geçmesini umuyorum! Apollon'un Lir'inin melodisi kulaklarınızı kaplasın ve gününüz şiirsiz geçmesin!